Ana içeriğe atla

Türkçeyi İlk kim buldu icat etti mucidi kimdir tarihi

Türkçeyi kim buldu
Türk milletinin konuştuğu dil. Türk dili Ural-Altay dil grubuna dâhil olup, Moğol, Tunguz, Kore ve Japon dillerinin de aynı âilede yer aldığı Altay dilleri âilesi veya Altay dilleri topluluğuna mensuptur. Yapı bakımından Altay dilleri
âilesine giren bütün dillerde olduğu gibi, Türkçe de eklemeli (mülâsık= yapışkan) dillerdendir.





İlk devreleri karanlık olmakla birlikte elde bulunan vesîkalar ve Çin kaynaklarının verdiği bilgiler Türk dilinin geçmişinin târih öncesine gittiğini göstermektedir. Ancak, Türkçe derli toplu metinler,
Yenisey-Orhun mezar taşları ile ele geçmiştir. Bilhassa Orhun Âbidelerinde işlenmiş bir Türkçe ile
karşılaşılması, Türklüğün kendine has alfabe sistemi, dil ve târih şuurunun bulunmasına bakılırsa Türk
dilinin târih îtibâriyle daha eski zamanlara götürülebileceği fikrini vermektedir. Zâten bu sahanın
âlimleri, Orhun Âbidelerindeki işlenmiş ve gelişmiş Türkçeye bakarak, dilin târihî devrelerini mîlâttan
önceki devirlere çıkarmaktadırlar. Şimdiye kadar Rusya ve Çin sınırları içinde bulunması, yapılacak
kazıları imkânsız kıldığından Türk dilinin eskiliği meselesi şimdilik bu kadar aydınlatılmıştır. Esik,
Kurgan vs. gibi kazılar da zâten Ruslar tarafından yapılmaktadır. Aydınlatıcı bilgiler bu îtibârla sınırlı
olmaktadır. Ancak, bundan sonraki çalışmalar, Türk dili için ümit verebilir.
Geçmişiyle birlikte Türkçe; Altay, En Eski Türkçe, İlk Türkçe, Eski Türkçe, Orta Türkçe, Yeni Türkçe ve
Modern Türkçe devri olmak üzere yedi ana devrede ele alınmaktadır.
Altay devri; Türk-Moğol dil birliğini meydana getirmekte olup, Türkçenin Moğolca ile ayrılmaya
başladığı veya bir olduğu devirdir. Kısaca bu devir Türk ve Moğol dillerinin ana kaynağını teşkil
etmektedir.
Proto-Türkçe de denilen En Eski Türkçe devriyle İlk Türkçe devirleri hakkındaysa kesin bilgi
bulunmamakta ve Türk dilinin bu devreleri karanlık kalmaktadır. Ancak Türkçenin mîlâttan önceki ve
mîlâttan sonraki 1000 yıla yakın bir zamanı bu devrenin içindedir. Bu devrin temsilcisi Hunlar olup,
haklarındaki bilgiler, derme çatma ve dağınık da olsa, Çin kaynaklarından elde edilmektedir.
Eski Türkçe devri; Göktürklerin târih sahnesine çıkmasıyla başlamıştır (536). Kağanlığı Türk dilli
milletlerin teşkil ettiği Doğu ve Batı Göktürk Devleti 630 yılında doğup 659 yılında da Batı Çin idâresine
geçmiştir. Bu esâretten ve durgunluktan sonra ikinci defâ Göktürkler Kutlug Kağan ve
VezirTonyukuk’un önderliğinde bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. 682 yılından sonra olan bu ikinci
silkiniş ve kuruluş devrinde Eski Türkçe eserler yazılmıştır. Geçmişin musîbetlerinden ve
tecrübesizliklerinden gelecek nesillerin ders almasını ve Türk milletinin yok olmamasını, düşmanın tatlı
sözüne ve yumuşak hediyelerine aldanılmamasını isteyen vezir ve kağanlar kendi ağızlarından, Orhun
Âbideleri diye adlandırılan târihî eserleri mîrâs bırakmışlardır.
Kendilerine has bir alfabeyle yazılan Orhun metinleri taşlar üzerine kazılmıştır. Âbideler, Vezir
Tonyukuk, Bilge Kağan ve Kültigin Han adına dikilmiş olup, kullanılan dil bir hayli işlek ve açıktır.
Bilhassa Bilge Han Âbidesinde Türkçe sanat kâbiliyetini de sergilemiş ve alabildiğine gür bir hitâbet dili
kullanılmıştır.
Eski Türkçe devrinin belgeleri yalnız Göktürklerden kalan târihî miras değildir. Bu devre Uygur
Türklerinin de katkısı vardır. Yalnız Uygur metinleri daha çok dînî olup, Türk dilinin Uygurlara âit kısmı,
Budizm, Mani, Nasturî vs. gibi dinlere âittir. Uygurlar önceleri Göktürk yazısını kullanmakla birlikte
daha sonra bu millî alfabeyi terk etmişler ve Soğdlar tarafından kullanılan Uygur alfabesini almışlardır.
Bu alfabe Türkçenin seslerini karşılamak yönünden Göktürk alfabesine nispetle fakirdir. Ancak her iki
alfabenin müşterek tarafı, İslâmî Türk yazısında olduğu gibi, sağdan sola okunup yazılmasıdır. Bir de
Uygur alfabesinde harfler birleşebilmektedir. Uygur harfleri ayrıca Moğollar tarafından da kullanılmıştır.
Ancak Uygurların Manihey yazısını da kullandıklarını belirtmek gerekir. Göktürk yazısını ise târihte
yalnız Göktürkler kullanmışlardır.
Eski Türkçeyi gerek Göktürk, gerekse Uygur Türklerinin bıraktığı eserlerden tâkip etmekteyiz. (Bkz.
Türk Edebiyatı)

Orta Türkçe devrinde Türklük dünyâsı yeni bir medeniyete açılmış ve Türkçe, İslâm dünyâsı içinde yer
almıştır. Türklük bu devre kadar çeşitli dinlere girmiş çıkmış olmakla beraber hâlâ bir arayışın içindedir.
O tabiatına en uygun dînin nihåyet İslâmiyet olduğunu anlamış. Onuncu asrın başlarında
Karahanlıların kurduğu devlet sâyesinde yeniden toparlanmış, Satuk Buğra Han (ölm. 992)ın da 950
yılında bu dîni kabulüyle İslâmî inanç içindeki yerini resmen almış ve târih boyunca üzerine düşen
vazifeyi hakkıyla yapmıştır.
Bu bakımdan Orta Türkçe devresine giren eserler, pek azı müstesna, ana kaynak olarak verilen Türk
âdet ve örfleri yanında İslâmîdirler. Türk dili de bu medeniyete geçişle artık yeni kelimelere açılmıştır.
Bu devrin dil yâdigârlarının ilki Kutadgu Bilig ve Dîvânü Lügâti’t-Türk’tür. Yûsuf Has Hacib Kutadgu
Bilig’i ile Türkçenin bu devirdeki kâbiliyetini ortaya koyarken, Kaşgarlı Mahmûd da Dîvânü
Lügâti’t-Türk adlı eseriyle baştan başa Türkçeyi, şive ve ağızlarına kadar incelemeye çalışmış ve bu
sahada ilk defâ eser yazma şerefini kazanmıştır.
Kaşgarlı’nın Dîvânü Lügati’t-Türk’ü bir tarafa bu devre içine Kutadgu Bilig de dâhil Müşterek
Orta-Asya Türkçesiyle yazılan bütün eserler girmektedir. Yalnız Türklük âleminin dağınık olması ve
çeşitli yerlerde yeni kültür merkezleri kurmaları Türkçenin yeni şîve ve ağızlarını meydana getirmiştir.
Samanoğulları ve Gaznelilerin idâresi altında bulunan yerlerde de çeşitli eserler verilmiştir. Başta
Kutadgu Bilig olmak üzere Atabetü’l-Hakâyık, Ahmed Yesevî’nin Hikmetler’i ve daha pekçok eser
Müşterek Orta-Asya Türkçesinin Kaşgar şîvesi veya ağzıyla yazılmıştır.

Müşterek Orta-Asya Türkçesinin Batı Türkistan şîvelerinin merkezini Harezm ili teşkil etmektedir. Bu
şîvenin belli başlı kültür merkezleriyse Yedisu, Merv ve Buhara şehirleri olmuştur. Bölge çeşitli Türk
ağızlarının varlığını koruduğu ve gösterdiği bir yer olmakla Kaşgar’a nispetle daha çok karışıklık
göstermektedir. Bu bölgenin en karekteristik eseri Ali oğlu Mahmûd’un Nehcü’l-Ferâdis’idir.
Orta Türkçe devrinin içinde yine 13. yüzyıldan sonra batıda Osmanlı; kuzey ve güneyde Kıpçak;
doğuda ise Çağatay Türkçesi yer almaktadır. Bu Türk şîvelerinde, Orta Türkçe devrinde pekçok eser
yazılmış, bilhassa Kıpçak ve Çağatay Türkçesi sahalarında dille ilgili olan, gramer ve lügât kitaplarına
geniş yer verilmişti. Çağatay Türkçesi, eserlerini bilhassa 15. yüzyıla doğru Semerkant ve Herat gibi
kültür merkezlerinde vermiştir. (Bkz. Türk Edebiyâtı maddesi, Çağatay kısmı)
On beşinci yüzyıldan sonra Orta Türkçe yerini Yeni Türkçe devresine bırakmıştır. Türkçenin bu
devresi 20. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu devirde Türklüğün tek bir alfabe sistemi vardır. Bütün Türk
dünyâsı İslâmî Türk alfabesini kullanmakta ve bu alfabeyle anlaşma gayet kolay olmaktaydı. Bu devir
Türkçesi en büyük dil yâdigârlarını Osmanlı Türkçesiyle vermiştir. (Bkz. Türk Edebiyatı maddesi,
Osmanlı kısmı). Ancak Türkçenin dış ve iç yapısı yönünden pek fazla değişmeye başlaması, bu
devirde dilde çeşitli akımların doğmasına sebep olmuştur.
Türk yazı dili: Türkçe, yazılı edebiyata geçerken Arap, Fars, Çin, Yunan vs. gibi belli başlı dillerin
dışında pekçok batı dili henüz yazılı edebiyata geçmemiştir. Fransız edebiyatı 14. Rus edebiyatı ise
11, İspanyol edebiyatı 12, İtalyan ve Alman edebiyatları 13, İngiliz edebiyatı 15. yüzyıldan sonra yazılı
edebiyata sâhiptirler. Dolayısıyle yazı dillerinin ortaya çıkması da Türkçeden bir hayli sonradır.
Türkçenin devrelerinden bahsederken Türk dilinin ilk yazılı vesikalarının Eski Türkçe devrinde olduğu
zikredilmişti. Eski Türkçe, Türklüğün 11. yüzyıla kadar devam eden tek yazı dilidir. Eski Türkçeden
sonra batıya yapılan göçler ve yeni kültür merkezlerinin teşekkülüyle Türkçe çeşitli bölgelerde
farklılıklar göstermeye başlamıştır. Kaşgarlı Mahmûd bu hususta Dîvân’ında ilk bilgi veren dil
âlimlerinden ve araştırıcılardandır.
Eski Türkçeden sonra Türk yazı dili, Batı ve Kuzey-Doğu Türkçesi olmak üzere iki ana kola ayrılmıştır.
Orta Türkçe devresinde görülen bu ayrılma batıda Osmanlı ve Âzerî Türkçesini ortaya çıkarırken,
Kuzey-Doğu Türkçesi de; kuzeyde Kıpçak, doğuda Çağatay Türkçesini meydana getirmiştir. Bunlardan
Osmanlı Türkçesi, Türklüğün uzun ömürlü ve kesintisiz olan, en büyük yazı dilidir. Yerini 1908’den
sonra Türkiye Türkçesine bırakmıştır. Batı Türkçesinin doğu dâiresini meydana getiren Âzerî Türkçesi
ise, şifahî edebiyatın ve şiir an’anesinin tesiriyle varlığını sürdürmüştür. Çağatay Türkçesi de yerini
Modern Özbek Türkçesine bırakmakla birlikte Doğu Türkçesini bugün; Kazak, Kırgız, Özbek vs. temsil
etmektedir. Doğu Türkistan’ın dili olan Modern Uygur Türkçesi de aynı dâire içinde yer almaktadır.
Batı Türkçesinin doğu kolu olan Âzerî Türkçesiyse önceleri Tebriz ağzına dayanmakla birlikte sonraları
Bakü ve Karabağ ağızlarının yayılmasıyla üçlü bir kültür merkezine sâhip olmuştur. Bakü ve Karabağ
bu şîvenin Kuzey, Tebriz ve İran kısmı da Güney dalını meydana getirmektedir. Bu ayırma daha çok
Âzerî Türklüğünün siyasî parçalanmaya tâbi tutulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bölgede fırsat ele geçince
istiklâl îlân eden bâzı hükümetler hemen Türkçe tedrisata başlamışlar ve Türkiye’den öğretmenler
getirerek dil birliğine yönelmişler. Ancak bu hareketler İran ve Rusya’nın işbirliğiyle yok edilmiş, zaman
zaman bu işbirliğinin içine İngiltere de katılmıştır.
Türkçenin Ana Türkçeye bağlı olan iki lehçesi daha vardır. Bunlar; Çuvaş ve Yakut lehçeleridir. Ana
Türkçe’de birleşen bu lehçeler; yukarıda sözü edilen şîvelerden ayrı bir yol tâkip ederek, târih boyunca
günümüze kadar gelmişlerdir. Bunlardan Çuvaşça Türk-Moğol dil akrabâlığının ve birliğinin
aydınlatılmasında köprü vazîfesi gören mühim bir lehçedir. Fikir ve düşünce îtibâriyle asıl Türklükten
ayrılmayan bu lehçe, kendine mahsus ayrı bir yol tâkip etmiştir. Bugün anlaşılmaz bir durum arz
etmektedir. Zâten lehçe; bir dilin bilinmeyen bir zamanda kendisinden ayrılan ve anlaşılmayacak kadar
farklılıklar gösteren koluna denmektedir. (Bkz. Diyalekt)
Türk dili bütün bu târihî devreler ve yazı dilinin gelişmesi içinde çeşitli kültürlerin ve dillerin tesirinde
kalmıştır. Bu yüzden de dilde bâzı cereyanlar ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcası Türkçecilik
cereyanıdır.
Türk Dili, târihî devirler içinde yalnız Göktürk Türkçesinde açıklık göstermektedir. Ancak bu zamandan
sonradır ki Türkçe Uygurlar zamânında ve İslâmî devreye geçildiği zamanlarda Türk milletinin çeşitli
medeniyet ve dinlerle karşılaşmasının sonucu yabancı dillerden pekçok kelime almıştır. Eski Türkçe
devresinde bu durum daha çok, Soğdcadan gelmiştir. Tercüme edilen Brahma, Mani ve Buda metinleri
yeni fikir ve mefhumları karşılaşmak için din kültürünün kelimelerini de berâberinde getirmişlerdir.
İslâmî devre içinde de aynı durum görülmektedir. Bu zamanda Türk dünyâsı bütün gönlünü İslâmiyete
açtığı gibi, dilimiz de pekçok kelimeyi almaktan çekinmemiştir. Fakat bu durum Kaşgarlı Mahmûd’la
başlayan bir cereyanı da doğurmuştur. Türkçe yalnız İslâm medeniyeti içinde değil komşu
bulunduğumuz ve devlet içinde yer alan kavim ve milletlerin dillerinden de pekçok kelime almıştır.
Tanzimattan sonra bile batıya açılmamızla batı menşeli kelime ve gramer şekilleri gitgide Türkçede yer
etmiştir. Bu durum hangi devirde olursa olsun dilin iç ve dış târihi yönden başka dillerin tesiri altında
kalmasına sebep olmuş ve târihte Türkçecilik cereyanını doğurmuştur.
Kaşgarlı Mahmûd ile başlayan dil şuuru, Türkçecilik cereyanının çeşitli şîvelerde nüvesini teşkil etmiş
ve müelliflerle şâirler Türkçecilik cereyanını başlatmışlardır. Bu hal Karamanoğlu Mehmed Bey gibi
bâzı beylerde Arapça ve Farsçaya karşı, Türkçenin devlet dili olması için bir aksülâmel şeklinde
doğmuş, bâzı müelliflerde sâdece Türkçe yazmak arzusu ile ortaya çıkmış; bâzı şâirlerdeyse
Türkçenin işlenmesi ve gramer düşüncesiyle gerçekleştirilme yoluna gitmiştir. Fakat asıl istek 13. ve
15. yüzyıllarda beylerin desteği ve teşvikiyle olmuştur. Osmanlı, İsfendiyar ve Aydınoğullarında
görüldüğü gibi beyler eserleriyle bu cereyana katılmışlardır. Ayrıca Karamanoğlu Mehmed Beyden
önce 13. yüzyıl başlarında Selçuklu sarayında Türkçe yazan şâirler vardır. Ahmed Fakih ile Hoca
Dehhânî bunlardandır.
Arapça ve Farsçadan ayrılmanın imkânsız olduğu mensubu bulunduğumuz İslâm inancı ile bilinmesini
isteyen bâzı müellif ve şâirler de Türkçeyi bu dillerden alınacak kelimelerle işleyip çeşni ve halâvetine
kavuşturmak istemişlerdir. Şunu da belirtmek lâzımdır ki Türkçe sâdece başka dillerden kelime
almamış, en azından aldığı kadar da başka lisanlara kelime vermiştir.
Anadolu sahasında ilk Türkçecilik cereyanını başlatanlar 14. asırda; Gülşehrî, Âşık Paşa, Kâdı Darir,
Şeyhoğlu Mustafa, Hoca Mesûd gibi şahsiyetlerdir. Bu halkaya 15. yüzyılda İkinci Murâd Han,
Devletoğlu Yûsuf, Sarıca Kemâl, Aydınlı Visâli, 16. asırda ise Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî
eklenmişlerdir. Hatta 16. yüzyılda gözle görülen bu cereyana şuarâ tezkirelerinde yer verilmiş, daha
sonra Türkî-i Basit Cereyanı ile adlandırılmıştır.
Doğu Türkçesindeyse bu cereyan Tîmûr Handa nüvesini bulmakla berâber, asıl, Türkçe âşığı bir
hükümdar olan Hüseyin Baykara ve mekteb arkadaşı Ali Şîr Nevâî’de şahsiyetini bulmuştur. Hüseyin
Baykara bu hususta bir ferman çıkarırken, Ali Şîr Nevâî de Türkçenin üstünlüğünü ispat yoluna gitmiş
ve onun kudretli bir dil olduğunu göstermek için pekçok eser yazmıştır. Hüseyin Baykara’nın ise
Türkçe Dîvân’ı vardır.
On yedinci yüzyılın ikinci yarısında bu fikre sâhip çıkan Nâbî’dir. On sekizinci asırda Sâdi Çelebi,
mahallîleşme cereyanının temsilcisi olan Nedîm, 19. yüzyılda Pâdişâh İkinci Mahmûd Han ve
Vak’anüvis Esad Efendi de aynı fikirden hareket etmişler ve bu hâl Tanzimâta kadar gelmiştir.
Tanzimâttan sonra Namık Kemâl, Ali Süâvi, Ahmed MidhatEfendi, Şemseddin Sâmi, Muallim Nâci işi
ilmî ölçüler içinde halletmek için çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir.
Bundan sonra artık dilde iki düşünce vardır: Bunlardan birisi; ilmî ölçüler içinde Türkçeye sâhip
çıkmak; diğeriyse tasfiyecilik denilen dili fakirleştirme cereyanıdır. Bunlardan birinci fikre Türk Derneği
mensupları ile Selânik’te Genç Kalemler sâhip çıkmışlardır. Türk Derneği “kullanılacak lisânın en sâde
Osmanlı lisânı olacağını” söylerken, Genç kalemlerse konuştuğumuz İstanbul lisanını istemektedir.
Türk Derneğinin görüşlerine Necip Âsım; genç Kalemlerinkine de Ali Cânib, Ömer Seyfeddîn ve Ziya
Gökalp üçlüsü önderlik etmişlerdir.
Cumhûriyet devrinde, bir ara denenen, Türkçe olmayan bütün kelimeleri dilden atmak şeklinde
özetlenen ve Tasfiyecilik olarak isimlendirilen hareket, ortaya çıkan vahim neticeleri sebebiyle terk
edilmiş ve 1936 yılından sonra tasfiyecilik hareketlerine katiyetle iltifat edilmemiştir. Hattâ Atatürk,
Türkçenin eskiliği ve başka dillerin kaynağı olduğu tezinin neticesi olarak Güneş-Dil Teorisini ortaya
atmış ve yabancı olduğu söylenen her kelimenin Türkçe olduğunu kabul etmiştir. Bu durumda “Hangi
dilden gelirse gelsin Türk Milletinin konuştuğu her kelime Türkçedir.” hükmü ortaya çıkmıştır.
Atatürk’ün ölümünden sonra ise tasfiyecilik yalnız dildeki kelimeleri atmakla kalmamış, ilim tanımaz bir
yola da sapmıştır. Türkçenin kendi kâide ve kânunlarına bile ehemmiyet verilmemiş ve pekçok kelime
uydurulmuştur. Bu hareketse Türk Dil Kurumu’nun önderliğinde olmuştur. Kurum ilim dışı bir yol tâkip
ederek pekçok dil âlimini bünyesinden uzaklaştırmış, halk ağzından derlenen kelimeleri Türk yazı
diline mal edememiş ve bu işi siyâsî devrimcilere bırakmıştır. 12 Eylül 1980’e kadar süregelen bu
hareket, sonunda durdurulmuştur.
Konuşulduğu saha 19.878.368 km2 olan Altay dillerinin % 55,11’ini Türklerin yaşadığı yerler meydana
getirmektedir. Türklerin yaşadığı saha Avrupa kıtasından büyük olup, 10.955.840 km2yi bulmaktadır.
Bu sahanın büyük bir kısmı Asya topraklarındadır. Dağılan eski Rusya’nın % 37’sini teşkil ederken,
hâlen Çin topraklarının da % 18’inde Türkler yaşamaktadır. Bunun dışında Afganistan, İran ve Eski
Osmanlı topraklarında ve Kıbrıs’ta Türklerin durumu büyük bir yekûn tutmaktadır.
Türklüğün bu dağınıklığı eski çağlardan beri böyle olup, geniş vatanda yerleşmeleri ve pekçok kültür
merkezleri meydana getirmeleri, Türkçenin pek fazla kardeşlenmesine sebep olmuştur. Aynı dilin, bu
kadar coğrafya içinde bölgelere göre çeşitli kollarının teşekkül etmesi, bu sahayla uğraşan âlimleri
Türk şîvelerinin tasnifi gibi güç bir problemin içine atmıştır. Bu meseleyle ilk karşılaşan Kaşgarlı
Mahmûd olmuştur. Bugün Türk şîvelerinin tasnifi üzerinde çalışan pekçok Türkolog mevcuttur.
Bu meselede âlimlerin bir kısmı coğrafî husûsiyete, bâzısı ise Türkçenin yapı ve sesinden hareketle
gramere dayalı tasniflere yer vermişlerdir. Radlof, Ramstedt, Samoyloviç, Liggeti, Baskakov ve Reşid
Rahmeti Arat’ın tasnifleri bunlar içerisinde ayrı bir mevki işgâl eder. Gerçekteyse Arat’ın tasnifi, bu
hususta en uygun tasniftir.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pekmezin tarihi ilk kim buldu mucidi kimdir kim icat etmiş nerde nasıl icad etmiş

Pekmez çeşitli meyve sularının ateşte kaynatılarak koyulaştırılması sonucunda meydana gelen normalden biraz daha fazla koyu  kıvamda meyve suyudur. Pekmezin ilk yapılış tarihi çok eskilere dayandığından kesin bir tarih vermek mümkün değildir. Bazı tarihi kaynaklarda Orta Asya’da yaşayan topluluklar arasında pekmezin var olduğu bilinmektedir. Pekmez Anadolu, Orta Doğu, Asya ve Güneydoğu Avrupa’da yapılan ve zevkle yenen bir ekmek katığıdır. Özellikle Türklerde pekmez yapımı çok ileri gitmiştir.

Sünnet mevlüdünde okunacak dua

Sünnet mevlüdünde okunacak dua اَعُوذُ بِالِّٰهل مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجي۪مِ بِسْمِ الِّٰهل الرَّحْمٰنِ الرَّحي۪مِ اَلْحَمْدُ رَبِّ الْعَالَم وَ الصَّ ةَالُ وَالسَّ مَالُ عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِه وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَع رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ أَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ أَعْ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق إِمَامًا اَللّٰهُمَّ أَكْثِرْ ماَلَهُ وَوَلَدَهُ وَباَرِكْ لَهُ في۪مَا أَعْطَيْتَهُ Okunuşu: “E’ûzü billâhi mineş-şeytânir-racîm. Bismillâhir-rahmânir-rahîm. Elhamdülillâhi rabbil-‘âlemin. Vas-salâtü ves-selâmü ‘alâ rasûlinâ Muhammediv ve ‘alâ âlihî ve eshâbihî ecma’în. Rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ ve zürriyyâtinâ kurrate a’yunin vec’alnâ lil-müttekîne imâmâ. Allâhümme eksir mâlehû ve veledehû ve bârik lehû fî mâ a’taytehû.” Anlamı: “Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Rahman ve Rahim Allah’ın adı ile. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e âl ve ashabının hepsine salât ve selâm olsun. Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı biz